"İslam’ın İlk Davet Yılları, Bireysel ve Kitlesel Davetin Başlaması"
Bartın Özgür-Der’de bu hafta siyer seminerlerinden İslam’ın ilk davet yılları, bireysel ve kitlesel davetin başlaması konulu seminer yapıldı.
“İslami davetin ilk yılları” konusuna geçmeden önce, bu konu hakkındaki temel bilgi kaynaklarımızdan “siyer” ile ilgili kısa bir malumat vermek yerinde olacaktır. “Sire” ve çoğulu olan “siyer” kelimeleri yol-adet-davranış-tavır-yaşantı manalarına gelip, Hz. Peygamberin hal tercümesi için kullanılan birer ıstılahtır. “Savaş yeri” veya “savaş” manasındaki “meğza”nın çoğulu olan “meğazi” kelimesi, Hz. Peygamberin gazve ve seriyeleri için yazılmış eserlere verilen bir ad haline gelerek “Siyer” kelimesiyle aynı anlamda kullanılmıştır. İlkdönem siyer yazarlarından Zührî‘nin (ö. 124/741) eserinde Hz. Peygamber’in hayatı sade, gerçekçi ve abartmalardan uzak bir üslup içerisinde takdim edilmekte, Kur’an’a aykırı unsurlara yer verilmediği dikkat çekmektedir. Mesela muahhar rivayetlerde Hz. Peygamber’in Benû Nadir’in suikast girişiminden vahiy yoluyla haberdar olduğu belirtilmekteyken, Zührî’deki rivayet, Nasiha adlı bir Yahudi kadının suikastı haber verdiğini ifade etmektedir. İbn İshak (ö. 151/761) ise siyerinde hocası Zührî ve Urve gibi yalnızca hadise değil, şüpheli kıssalara, İsrailiyyata, doğru-yanlış pek çok şiire yer vermektedir. İbn Hişam (ö. 218/813), İbn İshak’ın eserindeki İsrailiyyat türü haberleri, Kur’an’da yer almayan ve Hz. Peygamber’le ilgisi olmayan konuları, “edebe muğayir ifadeler”i, tanınmış şairlere ait olmayan şiirleri eserden çıkardı. Bu düzenlemeden sonra İbn İshak’ın eseri, İslam dünyasında İbn Hişam’ın adıyla meşhur oldu ve geniş bir hüsn-ü kabul gördü ve bundan sonra yazılan siyer kitapları için en temel kaynak haline geldi. Vakıdî (ö. 207/823), Hz. Peygamber’in yalnızca Medine dönemindeki faaliyetlerini ihtiva eden ve çoğunlukla da gazveler üzerinde duran el-Meğazî isimli eseri telif ederken, Vakıdî’nin talebesi ve katibi olan İbn Sa’d, Hz. Peygamber’in fizikî ve ahlakî özelliklerinin yeraldığı “Şemâil” kısmını siyere ekledi.
İlerleyen zaman içerisinde siyer kitaplarında kullanılan malzemede de ciddi bir artış meydana gelmiştir. Hz. Peygamber’in doğumu esnasında meydana gelen olaylar bağlamında mesela İbn Hişam’da yalnızca bir olağanüstü olaydan söz edilirken, bu tür olayların sayısı İbn Sa’d’da altıyı, eş-Şâmî’de ise yirmiyi bulmaktadır. Siyer malzemesinde en fazla genişlemenin Hz. Peygamber’in nesebi, peygamberlik öncesi hayatı, irhasât haberleri, mucizeler ve şemâil konularında gerçekleştiği görülmektedir. Örneğin ayın yarılması mucizesi, İbn Sa’d dahil önceki siyer kitaplarında mevcut değildir. Sevr mağarasında örümceğin ağ örmesi ise, ilk kez İbn Sa’d’da geçmektedir. Rüya ve kehanet de siyer malzemesinin üretiminde kullanılmıştır. Abdülmuttalib’e Zemzem kuyusunu kazmasının ve yerinin gösterilmesinin rüyada gerçekleşmesi; Buhtunnasr, Heraklius, Kisra’nın başkadısı Mubazen, Mersed b. Abdükilal, Esad b. Zürare, Ebû Talib vb.nin Hz. Muhammed’in peygamber olarak görevlendirileceğini rüyada görmeleri örnek olarak gösterilebilir. Rüya fenomeni siyerde Mirac kıssası, ezanın kabülü, Bedir’de öldürülecek müşriklerin isimleri vb. konularla alakalı olarak da kullanılmıştır. Dinler tarihinde geçtiği şekliyle, annesi bir ışıktan hamile kalan Lao-tzu (M.Ö. 604) seksen yıl anne karnında kaldıktan sonra ak saçlı bir çocuk olarak dünyaya gelmiş; Zerdüşt'ün annesi olağanüstü bir şekilde hamile kalmış, doğumunda evin etrafını göksel bir ışık (nur) kaplamış, kötü güçler üzülmüş, iyi varlıklar ve bütün yeryüzü ise onun doğumuna sevinmiş, tabiat canlanmıştır; Konfüçyüs'ün doğumu esnasında da beş esrarengiz kişi evdedir ve evin etrafında ise iki ejderha dolaşır. Bunlara benzer olarak bazı siyerlerde Hz. Muhammed'in Hz. Adem'e kadar uzanan silsilesinde herkesin alnında bir nur olduğu, en son Hz. Muhammed'in babasının alnında göründüğü, hamile kaldığında annesine ve doğumu ile de Hz. Muhammed'in alnına geçtiği; doğuma Asiye, Meryem ve bazı ruhani kişilerin yardımcı olduğuna dair rivayetler mevcuttur. İlk siyer ravileri ve müellifleri, her ne kadar buldukları bütün bilgileri aktarmayı öncelikli bir görev olarak kabul etmişlerse de rivayet üsluplarında kullandıkları bazı kelimelerle veya isnadı kullanma biçimleriyle aslında bazı rivayetler hakkındaki kanaatlerini ortaya koymuşlardır. Mesela İbn İshak, ondan daönce Zührî, kimi rivayetlerin başlarında “kîle” (denildi), “yukâlu”(denilir), “zuime” (iddia edildi), “fîmâyez’amûne” (iddia edildiğine göre), “zeamû” (iddia ettiler) kalıplarını kullanırlar. Bu kalıpların kullanılması, okuyucuya ilgili rivayetlerdeki bilgilerin halk arasında söylenti kabilinden dolaşan malumattan olduğu ön bilgisini vermek içindir. Buna karşılık günümüzde telif edilen eserlerin çoğunda bu gibi önemli ipuçları hiç dikkate alınmadan, söz konusu rivayetler, kusursuz tarihsel malumat olarak sunulabilmektedir.
Hz. Peygamber ne tarih dışı, ne de tamamen yaşadığı dönemin şartlarının ürünü olan tarihsel bir şahsiyettir. Allah O'nun vasıtasıyla tarihe müdahale etmiştir. O sadece kendine inananların hayatını değil, bütün insanlık tarihinin gidişatını değiştirmiştir. Bu noktada onun devlet adamı, kumandan ve kahraman olması, tarihe yön vermiş büyük bir devrimci ve deha kabul edilmesi gibi hususlar, peygamberlik vasfı söz konusu olduğunda tali bir niteliğe sahiptir. O, Allah dostu ve Allah'ın seçtiği bir peygamber, mürşit, örnek insan ve bütün insanların en üstünüdür. Rasulullah'ın anlaşılması, dinin anlaşılmasıyla aynı şeydir. Siyerin yeniden okunması, bir dönemi yorumlamanın ötesinde, bizim içinde yaşadığımız dünya görüşümüzü ve şimdiki zaman içindeki kimliğimizi ilgilendirmektedir. Onun hayat ve şahsiyetinin ele alınmasında Kur'ani perspektiften asla ayrılmadan yeni bir usul oluşturmak ve geliştirmek mecburiyetimiz bulunmaktadır. Kur'an-ı Kerim haricindeki klasiklerimizin tamamının birinci el ve doğrudan aktarım değil, 'ikinci el ve işlenmiş malzeme' olarak görülmesi doğru olacaktır. Hatta bu işlemenin mahiyetinin, mezhepsel, ideolojik ve siyasal olduğu kadar kültürel olduğu da açıktır.
Bilgi kaynaklarımızdan “Siyer” hakkındaki bu genel ön bilginin ardından asıl seminer konumuza geçebiliriz.
Hz. Muhammed (as) kırk yaşında, Mekke’deki hira mağarasında düşüncelere dalmış bir durumdayken Allah’ın Elçiliği ile görevlendirildi. Olanları eşi Hz. Hatice’ye naklederek “Bana bir şey oldu diye korktum.” dedi. Hatice (r): “Öyle deme, Allâh`a yemin ederim ki Allâh hiç bir vakit seni zelil etmez. Çünkü sen akrabana bakar, işini görmekten âciz olanların ağırlığını yüklenir, fakire kimsenin kazandıramayacağını kazandırır, misafiri ağırlarsın. Hak yolunda zuhûr eden olaylarda halka yardım edersin.” diyerek, ondaki üstün vasıfları hatırlatmak suretiyle teskin etti. Rasulullah'a (a.s.) evvela yakın akrabalarına, sonra da tüm inanlara tebliğ yapma emri verildi. O, on üç yıl boyunca ikamet ettiği Mekke'de, savaştan uzak durması, sabretmesi ve affetmesi yönündeki ilahi talimatlara muhatap oldu. Daha sonra hicret etmesine ve ilke olarak savaşmasına izin verildi. Ondan sonra, kendisiyle savaşanlarla savaşıp, savaşmayanlarla savaşmaması emri geldi. Nihayetinde ise Allah ona, din yeryüzünde tümüyle Allah'ın oluncaya kadar müşriklerle savaşması emrini verdi. Mekke'de on üç yıllık bir emeği vardı; ellerinden tutmak için çırpınıp durmuş ve kendini parçalarcasına bir gayretle bu dönüşümün temellerini atmıştı. Nerede bir kişi görmüşse ikincisi, nerede iki insana şahit olmuşsa üçüncüsü olmuştu; gördüğü herkesin yanına gitmiş ve onları, iman etmek suretiyle ebedi kurtuluşa davet etmişti. Panayır panayır dolaşmış, insanların elinden tutabilmek için ayaklarına kadar gitmişti. 30 Her köşe başında kendisine tuzak kuranları evine davet ediyor ve onlara ziyafetler vererek gönüllerini yumuşatmayı hedefliyordu. O günün şartlarında dillere destan bir servetin sahibi Hadice Validemiz ‘in mal varlığının neredeyse tamamı bu ziyafetlerde eriyip yok olmuştu. Bu istikamette o kadar çaba gösteriyordu ki hayatını insanlığa, insanların ebedi kurtuluşuna adadığı her halinden anlaşılıyordu. Hz. Peygamber bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiş (34/28) ve bizzat kendisinin bu gerçeği, "Ben Allah'ın hepinize gönderdiği elçisiyim" diye duyurması istenmiştir (7/158). Birçok ayette Müslümanların Allah ile birlikte ona da itaat etmeleri ve kendisine uyulup arkasından gidilmesi (3/31,32,164; 4/13,59,136); müminler tarafından canlarından daha çok sevilmesi (33/6) ve örnek alınması(33/21) emredilmiştir. Cenab-ı Hak, Resul-i Ekrem'in bütün varlıklar arasında farklı bir, yerde ve en üstün konumda olduğunu belirtmek üzere onu âlemlere rahmet olarak gönderdiğini (21/107), şanını yücelttiğini (94/4), ilahi bir lütuf (3/164) olarak ve güzel ahlak üzere (68/4) gönderildiğini bildirmiş, onun vahiy alan bir insan ve son peygamber olduğu (33/40), ilahi emir ve yasaklan tebliğ edip fertleri ve toplumları arındırma ve onlara kitap ve hikmeti öğreterek son hak dini yaşayacak bir olgunluğa ulaştırmakla görevlendirildiği (3/164; 62/2-3), Allah'ın bildirmesi ve istemesi dışında gaybı bilemeyeceği ve mucize gösteremeyeceği (6/109-110; 10/20) açıkça ifade edilmiştir.
İlk davetin muhatapları olan Mekke müşriklerinin inancındaki “Allah” kavramı mahiyet itibariyle İslam’ın “Allah” kavramına şaşılacak kadar yakındır. Cahiliye şiirinde Allah inancı sıklıkla geçer. O dönemde birçok yazışma ve anlaşma, hatta boykot kararının metni bile “Bismillah” ile başlıyor;Kabeyi tavaf eden müşriklerin ağzından şu telbiye cümleleri dökülüyordu: “buyur Allah’ım buyur/buyur senin ortağın yoktur/ancak bir ortağın vardır, o da senin emrindedir.”Enfal suresi 32. Ayetinde ise müşriklerin “Allah’m, eğer bu Sen’nin yanından gelmiş bir gerçek ise, o durumda başımıza gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azap ver” dedikleri haber verilmektedir. Ayrıca 29/61-65; 23/84,89; 31/25; 43/9,87; 96/14; 35/42; 16/53-54; 17/67; 6/136,148; 7/28; 37/167-169; 10/12 gibi birçok ayetlerde “yeri ve göğü yaradanın, sahibinin, güneşe ve aya hakim olanın, yağmuru yağdıranın kim olduğu” sorularına, müşriklerin samimi olarak “Allah” cevabını verdikleri bildiriliyor. Buna rağmen onlar, kendilerini Allah’a yakınlaştıracaklarını ve şefaatçi olacaklarını umarak veya ‘Allah istemeseydi yapmazdık’ diyerek putlara tapmak suretiyle şirk koşmuşlardır.
Rasulullah (as) bütün bu çarpık ve şirkle içiçe din anlayışıyla mücadele etmek zorundaydı. O, görevini layıkıyla yerine getirirken muhatapları ise onu mecnun, deli, şair, büyücü, uyduran, sapıtmış, yalancı gibi isnatlar ile bunaltıyor; tuzak ve hileler, bağırıp çağırmalar, öldürmeye teşebbüs, yakma-kovma tehditleri ile fiilen müdahele etmeye teşebbüs ediyorlardı. Allah elçisine, “Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah’ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi. Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldi ise, yapabilirsen yerin içine inebileceğin bir tünel ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki onlara bir mûcize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi, o halde sakın cahillerden olma!” (6/33-35) dedikten sonra azim sahibi rasûllerin sabırlarını hatırlatarak ve onların yolundan gitmesini istiyordu: “O halde (Rasûlüm), peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar hakkında acele etme, onlar vâdedildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir tebliğdir. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası helâk edilir mi hiç!”.(46/35)“Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir. Onlardan dolayı kederlenme; kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma! Çünkü Allah, (kötülükten) sakınanlar ve güzel amel edenlerle beraberdir”. (16/127-128)“Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O hâkimlerin en hayırlısıdır.” (10/109)“Sabret, zira Allah iyi davrananların mükâfatını zayi etmez”.(11/115)“Sabah akşam Rabbine, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme”.(18/28)“Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret. Çünkü sen Bizim himayemiz altındasın. Namaza kalktığında Rabbini hamd ile tenzih et. Geceleyin de, gecenin sonunda yıldızların batışının ardından da O’na ibadet edip tenzih et”. (52/48-49
Müzzemmil suresinin ilk ayetleri de Rasulullaha ve bütün mu’minlere gecelerini namaz ve tertil üzere okuyarak Kur’an ile değerlendirmelerini, gece okuyuşunun çok daha etkili olacağı, zira gündüz yürütecekleri faaliyetler için buna ihtiyaçları olduğunu söylüyordu. Böylelikle bu okuyuşlar inananları daha güçlü kıldı, Mekke’deki kabile ve soybağı himayeciliği yerine inanç kardeşliği tesis edildi. İnananlar takva, tasdik, haşyet, birr özellikleriyle tavsif edilirken; karşı duranlar ise azgınlık (şekavet), hayâsızlık (fücur), ölçü tanımama (icram), yalanlama (tekzip), haddi aşmak (tuğyan), büyüklenme (istiğna), kibir (istikbar) sıfatları ile gündeme geliyordu. Her şeye rağmen davetin, “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. (16/125)” “İşte benim yolum budur. Ben Allah’a çağırıyorum (12/108)” “ onunla yumuşak bir dille konuşun, o zaman inanır yahut korkar (20/44)” ölçüleri içerisinde sürdürülmesi tavsiye edildi. Erkam‘ın evi davetin harekat üssü ve dersliği haline geldi. Bu aşamadan sonra şuara suresini 214. Ayetinde geçen “yakınlarını uyar” ve hicr suresi 94. Ayetindeki “sen emrolunduğun gibi açıkça söyle, ortak koşanlara aldırma” emirleri ile kitlesel davet aşaması başlamış oldu.