Bartın’da ‘Kavramların Özgünlüğü ve İslamcılık’ konuşuldu
Bartın Özgür-Der bu sezonun seminerlerine başladı.
Bartın Özgür-Der’de ‘Kavramların Özgünlüğü ve İslamcılık’ konulu bir seminer veren Hamza Türkmen özetle şunları ifade etti:
‘’Türkiye Müslümanlarının İslami uyanış çabalarının yoğunluk ve yaygınlık kazanmaya başladığı 1970’li yıllardan bu yana İslam’ı anlamak, anlatmak ve birbirleriyle diyalog kurup müzakerelerde bulunmak konusunda yeterli derecede mesafe kat edildiğinden bahsedemeyiz. Bu konuda en büyük müşküllerden birisi de kelime ve kavramlara yüklenen anlamlar konusudur. Bu bağlamda Müslümanların dil ve düşünme keyfiyetine nasıl yaklaştıkları; Kur’ani kavramların nazil oldukları süreçte Son Resul olan Muhammed Aleyhisselam ile birlikte tertilen okunup kavrandıkları dönemdeki muhteva ve özgünlüğün ne kadar korunduğu veya değişime uğradığı; ayrıca dün “cemaat, camii, Sünnet-i Rasulullah” gibi, bugün de “İslami hareket, İslamcılık, Özgürlük” gibi yeni üretilen kavramların İslami literatüre ve maruf örfe ne kadar uyup uymadığı meselesi önem arz etmektedir.
Takvaya ve fücura eğilim gösterme fıtratıyla yaratılan insanoğlu yaratılmışlardan farklı olarak iyi ile kötü arasında seçme kabiliyeti; ayrıca eşya ve olaylara, vakıaya (fenomenlere) isim verme kapasitesi ile yaratılmıştır. Canlılar arasında hayvanlar da görür, hisseder, tepki verirler ama gösterdiği tepki olaylar arasında bağ kurmak, isim koymak şeklinde değil, sadece zorunlu ihtiyaçlarını giderici içgüdüleriyle sınırlıdır.
“İnsanı diğer canlılardan farklı kılan şey nedir?” sorusunu da hayatı anlamlandırma çabalarını da ancak, Rabbimizin bizim türümüzden ilk insan olan ve elçi olarak seçtiği Âdem Aleyhisselama ilettiği bilgi üzerinden yürüyerek cevaplayabiliriz.
Allah’tan insan elçilerine ulaştırılan ilahi bilgiye vahiy diyoruz. Vahiylerdeki ana mesaj bütün resullerde aynıdır (La nüferrugu beyne ehadin min rusulih). Son vahyi mesaj toplamı ise son Resul Muhammed Aleyhisselama indirilen korunmuş olan Kur’an-ı Kerim vahyidir (Âla, Kıyame). Allah katından nazil olan Kur’an vahyine göre de “Her şeyin Rabbi olan Allah” (6/164) “..Adem’e bütün isimleri öğretmiştir.” (2/31)
İnsanlık tarihinden beri kendisini Yaratıcımızdan müstağni görenler, konuşma, olay ve vakıalara ad verme özelliğini ya seslerin yansıması ile; ya zanlar ve vehimlerle üretilmiş gaybi varlıklarla irtibatlı olarak izah etmişlerdir. Mesela Yunan mitolojisinde Tanrılar sistemine karşı çıkıp Tanrıların evi Olympos’tan onlara ait ateşi ya da bilgeliği çalıp insanoğlunu yaratarak bu gücü onlara Prometheus vermiştir. Altay efsanesinde de ateş, İyilik Tanrısı Ülgen, tökezletilerek ele geçirilmiştir. Oysa Kitab-ı Kerim’e göre Âlemlerin Yaratıcısı Allah-u Teala, insanı eşya ve olaylara ad verme kapasitesiyle yaratmıştır. Bu konuda Menâr Tefsiri’nde ayetlerin tefsirinde şu açılımı önemlidir: “Allah, Adem’in nefsine bütün eşyanın bilgisini herhangi bir sınırlamaya ve ayrıma gitmeksizin koymuştur. ‘Fücur’ ve ‘takva’yı da, bütün eşyanın bilgisini edinme gücünü de insan fıtratına ilham/ilka etmiştir. Âyette geçen ve isimler anlamına gelen ‘esmâ’ kelimesinden maksat isimlerin verildiği eşyadır.” Bakara Sûresi’ndeki söz konusu ayetle ilgili olarak M. Reşid Rıza da, “Buradan Ademoğlunun bütün fertlerinin daha ilk günden isimleri bilmesi gerektiği sonucu çıkmaz. İnsan fıtratına bilme gücü verilmiştir. Bu bilme gücünün insan türü açısından sabit olması için, insanın eşyayı araştırarak ve akıl yürüterek yani düşünerek öğrenmesi yeterlidir.”
Adem Aleyhisselam’ın farklı eğilim içinde olan iki oğlundan bu yana kelimelerin kayrağı ve düşünce konusunda da Müslimler ile inkârcılar arasında mücadele devam etmektedir. Bilgi gücü kendiliğinden veya tanrılardan çalınarak mı oluşmuştur; yoksa yaratıcımızın fıtratımıza bilkuvve olarak bahşettiği ve münzel vahyi ile de yönlendirmek istediği potansiyel bir güç mü söz konusudur? Niçin inek, kedi veya horoz da gördüğü veya hissettiği halde eşyaya ve olaylara isim verememekte ve olaylar arasında bağ kuramamaktadır?
Burada peki Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de sık sık düşünme ve akletme eylemi ile insanları ve müminleri tedebbür, teakkul, tefekkür, tefakkuh etmek gibi kavramlarla vahyi ve hayatı idrak etmeye davet etmektedir. Sürekli dağlara, bulutlara, aya ve yıldıza işaret eden vahy-i ilahi; “Dış âlemdeki ve insanlara kendi içlerindeki ayetleri Kur’an’ın hak/gerçek olduğunu anlamaları için göstereceğini” (Fussilet, 41/53) belirtmekte, yani “afaktaki ve enfüsteki ayetlere” dikkat çekmektedir. Yani var olana/vakıaya dikkat çekilmektedir. O zaman vakıasız düşünce olmaz demektir. Bu konudaki Rahmetli Übeydullah Dalar’ın çevirdiği Takiyyüddin Nebhani’nin “Tefkir” adlı kitaptaki düşünce formu üzerinden kelami görüşleri özetle şöyledir:
‘Tanıma, anlama ve anlamlandırma çabası kelimelerle veya üst anlamlar yüklenmiş kelimelerle gerçekleşir. Kavramlar, üst anlamlar yüklenmiş yaratılışın, eşyanın ve ilişkilerin anlamını belirleyen kelimelerdir. Rabbimiz de Elçileri vasıtasıyla insanlara, fıtratlarında mündemiç kılınan kapasiteyle ürettikleri kelime ve kavramlarla, yani onların lisanı ile hitap eder. Bazı kere de vahiy, insanların ürettiği kelime ve kavramların içeriklerine müdahale ederek kullanır. Mesela Arapların ürettiği, devraldıkları veya tahrif ettiği “terbiye eden, kefil olan, malik olan, efendi” anlamlarında insanlar için kullanılan “Rab” kavramı, yaklaşık anlamlarla yönlendirilip Yaratıcımız için kullanılan üst bir anlamla yeniden kavramlaştırılmış, Allah tarafından iletilen kavram olan bir kelime haline gelmiştir: “Her şeyin Rabbi olan Allah” (6/164)’.
İnsanın algısı, duyu organları, hafızası ve akletme gücü sınırlıdır. Ama “Ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa gene de Allah’ın kelimeleri tükenmez.” (Lokman, 31/27) Ve Rabbimiz Elçileri aracılığı ve vahyi bildirimi ile sınırlı ve sonlu olarak ürettiğimiz dar kelime kapasitemize göre bizlere hitap etmektedir.
Kur’an, tüm kelime ve kavramları kapsayan bir sözlük veya ansiklopedi kitabı değildir. Düşünce ve davranışlarımızda fıtrî ölçüler bildiren bir hidayet kitabıdır. Kur’an’ın ilettikleri ve onayladıklarının dışında da kavramlar ve kelimeler kullanmaktayız, zamanın değişen şartlarına göre de üretmekteyiz. Önemli olan İslami kavram ve kabul görmüş kelimeler dışında vahyi bildirimle mutabık olmayan veya şirk içeren kavram ve kelimeleri kullanmamak gerekir. Kur’an kelimelerini, bilerek veya bilmeyerek yerinden değiştirmeye kalkanlara karşı (5/13) teyakkuzda olunmalı, bu bağlamda Menâr Tefsiri’nde Muhammed Abduh ve M. Reşid Rıza’nın yaptığını “Kur’an’a Göre Dört Terim” kitabında çarpıcı örneklerle toplayan Ebu’l Âla Mevdudi gibi özgün anlamların rehberliği ön plana çıkartılmalıdır.
Kur’an dışında Dini içerikli veya gaybla ilişkili kavramların da, sosyal ve siyasi alanla ilgili kavramların da İslami esaslara uygun olup olmadığı tahlil edilerek vahiy süzgecinden veya eleğinden geçirilerek kullanılmalıdır. Örneğin “Deccal, İsa’nın Nüzulü, Mehdi, Sırat Köprüsü, Miraç olayı ve Miraçta pazarlık” gibi konu ve kavramlar Kur’an’da bildirilen gaybi alanla ilgili ölçülere ne kadar uygun olup olmadığı tahkik edilmeli, özellikle gaybi alanlarda zanni konulardan kaçınılmalı, kelami yorumlar nasslaştırılmamalıdır. Rabbimizin “Zan haktan hiçbir şey ifade etmez” (Yunus, 10/36) hükmü yommuş gibi davranılmamalıdır.
“Meclis, seçim, İslami devlet, insan hakları, demokrasi, halifetullah” gibi kavramların şirk ve yabancı hadaret taşıyıp taşımadıkları bilinci ile yaklaşılmalı; galat-ı meşhur olarak kullanılan “millet, millilik, milli vatan” gibi kavramların zaafları gösterilmelidir.
Kavramları değerlendirme kıstası içinde İslami hareket ve İslamcılık ifadeleri de kullanılma amaçları, kullanıldığı süreç ve bu kullanımlarla nasıl bir maslahat gözetildiği üzerinde durularak değerlendirilmelidirler.
İslami kavramların yakın dönemde yaşadığı süreç;
19. Yüzyıl sonunda İslam ümmetini diriltmek amaçlı ıslah projesi peşinde olanların da, Devletin bekasını korumak isteyen Osmanlı ricalinin de, siyasi çözüm arayışının ortak ismi İttihad-ı İslam idi. İngiliz ve Fransız işgal ve sömürü stratejisyenleri bu arayışı "Panislamizm" olarak yaftaladılar.
20. Yüzyıl başında Genç Osmanlılar ve takipçileri bir tarz-ı siyaset olarak Müslümanların kalan gücünden yararlanmak için İslami direniş beklentisine İslamcılık dediler. Türkçülüğe meyletmeye başlamışlardı ama muhafazakâr bir İslami mensubiyetleri de vardı.
Osmanlı toplumuna ıslahatçı kadroların önerdiği İttihad-ı İslam projesi içinde hem sömürgecilere karşı mücadele yükümlülüğü vardı, hem de ümmeti İslami temel değerlerle uyandırmak ve ıslah etmek arzusu yer alıyordu. Ama olmadı. I. Dünya Savaşı'nda mağlup olduk ve coğrafyamızın büyük bir çoğunluğu işgal edildi.
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Müslümanlar devraldıkları zaaflı bir dini birikim taşısalar da, İslami kimliklerini yaşatma cehdine Batıcı-Kemalist kadrolar "mürteci" ithamına denk bir şekilde "İslamcı" demeye başladılar.
Osmanlı ricali içinde ıslah ve inşa kaygısı taşıyan kadrolarla paralelliği olan Sadrazam Said Halim Paşa ise "İslamiyet'in inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak uygulanması’ na "İslamlaşma" diyordu.
Bu anlamda 1970'li yılların ortalarından itibaren özellikle yayın hayatında ve üniversitelerde belirgin hale gelmeye başlayan İslamlaşma veya Tevhidi Uyanış sürecine "İslamcılık" denilmeye başlandı.
Resmi ideolojinin darbe anayasaları veya ideolojik yargı gücüyle dayattığı yasaklar karşısında veya kimlik tartışmaları içinde "İslami Görüş" diyemeyip "Milli Görüş"; "Müslüman veya dindar" diyemeyip "muhafazakâr demokrat" terkiplerini kullanan politikacılarımıza rağmen, Said Halim Paşa'nın açık tanımını yaptığı şekliyle kendilerine İslamcı diyenler İslamlaşma sürecinin özgünlüğüne bağlılıklarını sürdürenler oldu. Bugün de yarın da Müslümanların en önemli beşeri ümidi bu sahih tanımdaki değerlere bağlılıkları ve bu çizgiyi geliştirmeleri olmalıdır’’.