Modern Batının Oluşumu ve Fikri Arka Planı
Akhisar Özgür-Der temsilciliğinde düzenlenen seminer programında Ali Soylu "Modern Batının Oluşumu ve Fikri Arka Planı" başlıklı konuyu anlattı.
Bu günümüzü belirleyen modernlik ile mücadele edip aşmak istiyorsak çok çaba sarfetmemiz gerektiğini belirten Soylu özetle şunları anlattı:
Modern kelimesi, M.S 5. yüzyılda Latince tam, şimdi, bugüne ait anlamına gelen “modo” dan türemiş “modernus” sözcüğünden gelmektedir ve ilk olarak Hristiyanlığı benimseyen Romalıların eski pagan kültüründen tamamen koptuğunu ve yeni bir kültürün doğduğunu anlatmak için kullanılmıştır. Bu anlamda modern terimi, eski ve yeni arasındaki farklılığa vurgu yapmaktadır. Bir tarafta geride kalmış değerlerle fikirleri içeren ve bu anlamda genellikle olumsuzlanan eski ile; diğer tarafta, bugünün hayat tarzına ilişkin unsurları içeren ve güncel olduğu için de olumlu bir anlama sahip olan yeni vardır . Nitekim sözlüklerde modern kelimesinin karşılığı olarak, “günümüze ait olan, çağdaş, çağcıl, asri, yeni” ifadeleri yer almaktadır.
Modernden türetilen modernite terimi ise, Avrupa’da 17. yy’den itibaren meydana gelen ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal değişiklikler neticesinde yaşanan büyük ve köklü değişmeleri anlatmak için kullanılır . Bu anlamda modernite, geleneksel ile bir karşıtlık içerisinde olarak, bireysel, toplumsal ve politik yaşamdaki dönüşümü ve değişimi ifade etmektedir. Diğer bir deyişle modernitede, modern kelimesinin anlamına uygun olarak, eskiye karşı çıkış ve ondan kopma, yeni ilişkiler ağı oluşturma söz konusudur.
Coğrafî keşifler, 15. yüzyıl ve 16. yüzyıllarda Avrupalılar tarafından yeni ticaret yollarının bulunması amacıyla başlattıkları ve yeni okyanusların ve kıtaların bulunmasıyla gerçekleşmiş olan keşifleri ifade eder. Bilimsel bir merak ve yeni ufukların keşfedilmesi duygusu sözkonusu olmakla birlikte temelde bu keşifler özellikle 15.yüzyıldan itibaren açık bir şekilde ekonomik nedenlerden kaynaklanmıştır.14. yüzyılın sonlarından başlayarak 16. yüzyıla kadar Avrupalıların yeni ticaret yolları keşfetmek adına yeni deniz yolları araması sonucu oluşturdukları organizasyon, gezi Amerika da dahil pek çok popüler kıtanın keşfiyle son bulmuştur.
15. yüzyılda özellikle birçok Avrupa ülkesi, Avrupa’da son derece pahalı olan ipek ve baharatın önemini anlamış ve Hindistan'a ulaşmanın, ticaret yapmanın bir yolunu aramasıyla başlamıştır. Hindistan'a karadan ulaşmak o dönem ve koşullar içinde oldukça zorluydu bu yüzden Hindistan'a ulaşmanın yeni bir deniz yolunun keşfedilmesiyle mümkün olacağı fikri pek çok krala cazip gelmiştir. Lakin bu fikirlerle pek çok cimri kral bile dönemin önde gelen denizcilerine hazinesinden yüklü miktarda servet ödemiştir. Özellikle Portekiz tahtına prens Henry’nin geçmesiyle başlayan coğrafi keşifler, onun kurduğu okullardan çıkmış Vasco de Gama, Bartolomeo Diaz gibi pek çok ünlü denizcilerle başarılı sonuçlar elde etmiştir.
Ancak bugün Amerikayı keşfetmesiyle ünlenen ve en popüler denizci olarak tanınan Kolomb bile Amerika kıtasına doğru gitmeyi tercih ederken yeni bir kıta için değil, dünyanın diğer tarafından dolanıp Hindistan'a ulaşabileceğini düşünmüş ve İspanyol ile Portekiz krallarına bu şekilde bir fikir ortaya atarak onların desteğini almaya çalışmıştır. Kristof Kolomb , 1492'de Amerika Kıtası'na ulaştığında, gerçekte hem daha ucuz hem daha kısa yoldan Asya'ya ulaşma arayışı içindeydi. Çünkü buradan baharat ve benzeri maddeleri ucuz ve hızlı taşımak gibi bir sorun söz konusuydu. Portekizli gemici Bartolomeu Dias'ın Ümit Burnu'nu bulmasından sonra Vasko dö Gama, buradan dolaşarak Hint Okyanusu ve Hindistan'a ulaştı.Bu keşifler Rönenans ve Reform süreçlerinin başlamasına yol açmıştır.Keşifler sonucunda Avrupa yeni kıtalara yayılma ve onların zenginlik kaynaklarını ele geçirme olanağı elde etmiştir. Avrupa düşüncesi ve kültürü, evrensel bir değer olarak bu süreçten itibaren yayılmaya ve egemen kılınmaya başlanmıştır. Bunu yaparken Avrupalılar, yerli halkları ve yerel yaşamı dağıtmış ve hatta yok etmiş, Avrupa kültürünü egemen kılma sürecini şekillendirmiştir. Hem doğal hem de kültürel farklılıkları yok eden bir süreç olmuştur.Bu Klasik Sömürgecilik olarak bilinen sömürgecilik süreci bu dönemle başlamıştır.
Modernitenin oluşumunda; fikri olarak Aydınlanma Çağı, politik olarak Fransız Devrimi ve ekonomik olarak da Sanayi Devrimi belirleyici olmuştur. Modernitenin fikri altyapısını oluşturan Aydınlanma düşüncesi, Rönesans ve Reform hareketleri sonucunda oluşmuştur. Bu sebeple, Rönesans ve Reform sürecini de incelemek gerekmektedir.
Rönesans, 15. ve 16. yy’de İtalya’da yaşanan entelektüel ve kültürel gelişmelerdir. Bu süreci başlatan ise, Eski Yunan ve Roma edebiyatına ait eserlerin keşfidir. Bu eserlerin keşfi, insanlarda yeni meraklar ve ilgiler uyandırmış ve içinde yaşadıkları dünyayı araştırmaya ve incelemeye yöneltmiştir. Rönesans yeniden başlayışı, yeniden doğuşu simgelemektedir. Ancak bu süreçte geçmişten köklü bir kopuş olmamış, sadece bu yönde bir yol açılmıştır .Rönesans, bir çözülüş ve arayış dönemidir. Bir yanda, savaşlar yüzünden açlığa maruz kalan Avrupa’da, artık İsa’nın her şeye katlanma modelini etkisizleşmekte; diğer yandan Hristiyanlığın Avrupa ile sınırlanmış doğa ve dünya tasarımı, yeni kıtaların ve uygarlıkların bulunuşu karşısında yetersiz kalmaktadır. Ortaçağ, İslam dünyası hariç, kendisi dışında birkaç pigme ve amazon topluluğundan oluşan bir barbar bölgesinden başka hiçbir kuşağın varolmadığı düşüncesi taşımaktaydı. Oysa, yeni toprakların ve uygarlıkların keşfi bu düşünceyi altüst etti. O halde dünya, Hristiyanlığın ileri sürdüğü gibi insan için yaratılmış olsa bile,Hristiyanlar için yaratılmamıştı.
Rönesans döneminde, feodal toplumun tarıma dayalı üretim ilişkileri yerini ticarete dayalı ilişkilere bırakmış ve ticaret merkezleri haline gelen bazı Avrupa kentleri bu sayede ihtişama kavuşmuştur. Bununla birlikte pek çok eski köy ve kasaba birer kent halini almaya başlamıştır. Gitgide gelişen ticari hayat, beraberinde sermaye birikimini getirmiş, krallar ve yeni bir sınıf olarak burjuvazi toplumsal ve siyasal hayatta oldukça etkin bir rol oynar hale gelmiştir. Burjuvazinin ticaret yapabilmesi için siyasi istikrarın ve düzenli işleyen bir yönetim mekanizmasının var olması gerekmektedir. Oysa, feodal toplumun parçalanmış yapısı bu koşulları karşılayamamaktadır. Bundan dolayı, burjuva feodal beylere karşı kralın mutlak egemenliğini savunmuştur. Siyasi iktidarı sağlamak ve bu sayede serbestçe ticaret yapabilmek için burjuva vergi verme yükümlülüğü altına girmiş, bu da eski feodal düzenin ortadan kalkmasını sağlamıştır. Böylece, merkezi monarşiler kısa sürede Avrupa’nın yönetiminde temel unsur haline gelmiştir. Rönesansla ortaya çıkan değerlerden birisi, hümanizmdir. Hümanizmle birlikte insan; kişiliğini, benliğini bütün özellikleriyle, canlılığıyla ortaya koymak isteyen birey haline gelmiştir .
Yaşanan tüm bu değişim, Avrupa’nın tüm toplumsal kurumlarında değişikliklere ve yeni anlayışlara sebep olmuştur. Aklın ön plana çıkması, insanların dünya görüşünü, inançlarını, arzularını ve toplumsal yaşamlarını değiştirmiştir. Bütün bunların sonucunda Hristiyan ahlakı da değişmiştir. Tanrı düşüncesinin kültürel bilinçte olduğu varsayılarak, insanın kendi kaderini belirleme özgürlüğüne sahip olduğu kabul edilmiştir .Böylece, Ortaçağ’ın dini söylemi, feodal ekonomisi ve egemenlik ilişkileri, yerini bireyi merkeze alan ve laikleşmeyi öngören bir söyleme bırakmıştır. İnsanın Tanrı’ya itaatle yükümlü bir nesne olmaktan çıkıp, kendi eylem ve kararlarını yerine getiren özerk birey olması Rönesans’ın özünü oluşturmaktadır. Bu husus, yani özerk birey, bilimin ve felsefenin de sekülerleşmesini sağlamıştır .
Antik Yunan döneminde Batılı insan, diğerlerinden farklı olarak, eşya ve olayları farklı bir yöntem ve felsefeyle yorumlamayı keşfetmiştir. Ancak, Hristiyanlığın kabulüyle birlikte, felsefe ya da felsefi düşünce biçimi bu dinin etkisi altına girmiştir. Kilisenin kurumsallaşarak gücüne güç katması, insanların düşünce biçimlerinin kilisenin emri altına girmesine sebep olmuştur. Aklı, dinin doğrularına uyarladığını iddia eden kiliseye karşı, zamanla dinin doğrularıyla kilisenin doğrularının özdeşleştirilemeyeceğine yönelik düşünceler gelişmiştir.
Bu düşünceye sahip olan Martin Luther, Katolik yoruma, kiliseye ve din adamları sınıfına karşı çıkarak, mevcut din anlayışına müthiş bir darbe vurmuştur. 31 Ekim 1517’de Wittenburg kilisesinin kapısına astığı ünlü 95 teziyle yeni bir din anlayışı geliştirmiştir. Katolik kilisesinin, halktan günahlarını bağışlama ve cennet vaadiyle para talep etmesi, ayrıca kilise otoritesinin insanların hayatlarının tüm yönlerini etkileyebilecek bir seviyeye ulaşması ve insanın Tanrı’yla olan ilişkisine kilisenin aracılık etmesi Luther ve Calvin’i kiliseye karşı bir harekete itmiştir .
Luther ve Calvin’in önderliğinde gelişen bu hareket, halkı kutsal kitabın kendisine dönmeye çağırmaktadır. Luther’in 95 teziyle, halkı kilisenin kurumsal otoritesini protesto etmeye davet etmesi üzerine Hristiyanlık içinde onların fikirlerini takip edenler, Protestanlık olarak anılan mezhebi kurmuşlardır.Reform hareketi, kilisenin otoritesini ve toplum içerisindeki gücünü oldukça zayıflatmıştır. Bununla birlikte, bu hareketle, Avrupa’da ileriki zamanlarda görülecek olan din savaşlarının da temelleri atılmıştır.
Aydınlanma hareketinin amacı, insanları esasında kötü ve köleleştirici olduğuna inanılan din, mit, önyargı, bağnazlık ve hurafenin etkisinden kurtararak, iyi ve özgürleştirici olduğu kabul edilen “aklın düzenine” sokmaktır .Bu hareketin temelinde, insan düşüncesinin dinsel dogmatizmin koyduğu sınırları yıkarak ve onun dışına çıkarak akıl yürütme ve bilim yoluyla hem kendisi hem de evrenle ilgili gerçeği kavrayabileceği fikri yatmaktadır .
Aydınlanma’nın ön tarihinde; 15. yy’nin ortalarındaki Rönesans hareketi, 16. yy’deki Reform, 17. yy’deki Newton’un Bilimsel Devrimi ile Descartes’ın Kartezyen Felsefesi bulunmaktadır. Aydınlanma, her türlü felsefi ve toplumsal projenin akla dayanması gerektiğini öngörmektedir .Bu sebeple, Aydınlanma aynı zamanda “Akıl Çağı” olarak da adlandırılmaktadır. Akıl; vahiy, gelenek ve otorite üçlemesinde temellenen herşeyi eleştirme ve sorgulama yetisini temsil etmektedir. Akla duyulan sonsuz güven neticesinde, insanın geliştireceği yasa ve kurallarla kendi mutluluğunu sağlayabileceğine inanılmaktadır. Bir insan için doğru olanın sadece o kişi tarafından belirlenebileceğini savunularak, insanın kaderi ilahi olanın elinden alınmış ve insanın eline teslim edilmiştir . Bu anlamda da, kendi kendine yeten bir varlık olarak insanın eylemine kurallar koyan herhangi bir dışsal otorite, üstün varlık ya da ilke reddedilmiştir .
Aydınlanma, hem ekonomik ve sosyal sonuçlarıyla hem de akılsal devrimi gerçekleştirmesiyle, modernitenin entelektüel temellerini oluşturmuştur . Kilisenin ve İncil’in otoritesine karşı çıkılarak, yerine tabiatın ve bilimin otoritesi konmuştur. Bu sebeple, Aydınlanma’nın otorite karşıtı bir söylem olduğunu söylemek doğru değildir . Aydınlanma, insanla ilgili gerçeğin evrensel olduğunu kabul etmiştir. İnsan ve toplum ile ilgili bilginin evrensel olması, gerçekliğin kişisel veya yerel yorumlarının bilim dışına bırakılması demek değildir. Ancak, Aydınlanma için akıl ve bilim ile kavranabilecek tek gerçeklik vardır. Bu da bütün insan ve toplumlar için geçerli olan gerçekliktir. Bu sebeple, Aydınlanma’nın öncü düşünürleri aklın yanında ahlak ve hukuk kurallarının da evrensel olduğunu ileri sürmüşlerdir. Öyleyse, yaşamı bilime uygun olarak, bilimin önderliğinde yeniden kurmak gerekmektedir.
Aydınlanma, ilerleme kavramına önem verir; tarihi bir tekrar değil, ilerleme süreci olarak kavrar.İlerleme fikriyle insan, aklını kullanarak tabiattan maddi zenginlikler üretmesine yardım edecek olan teknolojiyi geliştirecek ve daha mutlu, ahlaki ve medeni bir hayat yaşayacaktır . Bu açıdan, ilerleme düşüncesi insana yönelik bir iyimserliği barındırmakta ve bütün toplumların aynı süreçten geçeceğini varsayarak “mutlak gerçeklik” kavramını gündeme getirmektedir.Özellikle Fransız Aydınlanması’nda somutlaşan ilerleme fikrinin kurucusu Turgot’tur. İlerleme düşüncesi, tarihin evrensel kanunlardan oluştuğu fikrinden hareketle, insanlığın gelişiminin belirli bir seyir izlediği fikrine dayanmaktadır. Turgot’a göre, insanlar önceleri tabiata bağımlı bir çizgi izlerken, daha sonra tarım toplumuna geçmiş ve son dönemde ise ticaret ve kentleşmeye dayalı bir gelişim yaşamıştır .
Aydınlanma’nın ilerici tarih anlayışı, pozitivizm ve pozitivist tarihsel anlayışa da öncülük etmiştir. Pozitivizm kavramı, Fransız Sosyal Bilimci Auguste Comte tarafından ortaya atılmıştır . Comte’un pozitivist bilim anlayışı üç hal çözümlemesine dayanmaktadır. Toplumlar bu çözümlemeye göre, bilgi üretme ve bilgiyi temellendirmede üç farklı aşamadan geçmiştir: teolojik, metafizik ve pozitivist aşama.Pozitivist aşama, bilimin egemen olduğu aşamadır ve bu aşamada din, toplumsal yaşamdan uzaklaştırılmıştır. Pozitivizm, insanlıkla ilgili tarihsel süreçte gelişen farklı düşünce biçimlerine tepki göstererek, özellikle de teolojik ve metafizik anlayışları reddeden, gözlemlenebilir olguları esas alan bir düşünce akımıdır .
Aydınlanma’nın bilim anlayışında, Francis Bacon’dan gelen “faydacılık” da önemli yer tutmaktadır. Bacon’a göre, insanın dünyanın efendisi olması, nesnelere hâkim olması ve kendisine faydalı olacak şekilde onları dönüştürmesi için, büyük bir güç olan doğayı tanıması ve onu bilmesi gerekmektedir. Bilimin asıl işlevi, insanın çaresizliğini azaltmak ve onu yüceltmektir. Bilim ve bilginin sayesinde insan doğa üzerinde egemen hale gelerek, onu kendi yararı ve mutluluğu için kullanabilecektir.Akla duyulan bu güvenle aynı zamanda, toplumun müdahaleler yoluyla değiştirilmesine yönelik adımlar atılmasının ve böylece aydın despotizminin önü açılmıştır. Akıl, toplumu yeniden inşa edecek kuramsal yapıyı oluşturmaya muktedir görülmüştür.
Siyasal açıdan aydınlanmış despotizmin hükmetmeye yönelik meşrulaştırımı, feodal lordların toplumun belli bir kesiminin çıkarlarını gözetmelerine karşın, bütün topluluğun çıkarlarını gözettikleri iddiasına dayanmaktaydı. Böylece, toplumda egemen olan ve kendilerini aydınlanmış olarak gören elitlerin, toplumun geri kaldığını düşünerek, halkın istek ve beklentilerini dikkate almadan birtakım reform hareketlerine girişmelerinin önü açılmıştır.
Sanayi Devrimi, Avrupa’da ekonomik açıdan en güçlü hale gelen burjuvazinin, ticaretten elde ettiği sermayeyi sanayi alanında kullanmasıyla gerçekleşmiştir. Burjuvazinin bu denli büyük gelir elde etmesinin ardında coğrafi keşifler yatmaktadır .
Ünlü tarihçi Eric Hobsbawn’a göre, sanayileşmeyi doğuran asıl sebep, üretimin kendi pazarını yaratması ve genişletmesidir. Sanayi öncesi feodal toplumda üretim sınırlı sayıda alıcıya yönelik, mahalli pazarlarda yapılmaktaydı. Serfler, eşya ve giyim ihtiyaçlarını kendileri karşılamakta, aristokratlara, feodal beylere ve lordlara kendi ürettiklerinden vermekte ve eğer artan ürünleri varsa bunları pazarda sergilemekteydiler. Ancak, sanayileşmeyle birlikte üretim artmış ve bu artan üretim sonucunda pazar genişlemiştir.
Sanayileşme, İngiltere’de başlamıştır. Bunun sebebi, İngiltere’de 18. yy’de tarımsal faaliyetin neredeyse bitmesi, bunun sonucu olarak insanların yeni bir iş koluna ihtiyaç duyması ve bunun için gerekli olan sermayenin var olmasıdır. Ayrıca ülkede krallık, aristokrasi ve burjuvazi arasında bir uzlaşma da sağlanmış ve bu sayede milli pazarın oluşumu için gerekli ortam yaratılmıştır. Ülke coğrafi olarak denizlere yakın ve iç taşımacılığa olanak sağlayan çok sayıda nehire de sahiptir. Dolayısıyla, ulaşım ve iletişim imkânları çok fazladır .
Sanayileşme, pamuğu işleyen çırçır makinesinin icat edilmesiyle pamuklu dokuma alanında başlar. Sömürge ülkelerden getirilen pamuk, işlenerek yine aynı ülkelere ihraç edilmektedir. Bu sebeple, sanayileşme makineleşmeye bağlı bir süreçtir . 11 Mart 1776’da Mr.Watt’ın buhar makinesini Bloomfield Colliery’de çalıştırmaya başlamasıyla, sanayileşmenin diğer ayağı da ortaya çıkmıştır. Bütün Batı Avrupa ülkelerinde sanayileşme, kentleşme ve makineleşme hızla yayılmış, demiryolları dünyayı sarmıştır . Sanayileşme, Ortaçağ’ın mesleki dayanışma ve koruma esasına dayanan lonca sisteminin dağılmasına ve aynı iş alanında çalışan pek çok farklı işletmenin piyasaya girmesine yol açmıştır. Zamanla, bir işin parçalarını üstlenen işletmeler yerine, işin aynı kapalı mekânda tamamlanmasını sağlayan fabrika sistemine geçilmiş ve fabrikalar etkin üretim yerleri haline gelmiştir.
Fabrika sistemi, üretimde işbölümünü ve uzmanlaşmayı yaygınlaştırmıştır. Ortaçağ’ın lonca sisteminde de işbölümü ve uzmanlaşma vardır. Ancak, sanayileşmenin getirdiği işbölümü ve uzmanlaşmada, işlerin her bir bölümü farklı uzman işçiler tarafından yapılmakta ve fabrika ortak bir mekân olarak kullanılmaktadır. Ayrıca, sanayileşme emeği ücretli hale getirmiş ve liberalist mülkiyet anlayışını kurumsallaştırmıştır. Sanayileşme, aynı zamanda toplumların sosyo-kültürel yapılarını da değiştirmiştir. Toplumsal tabakalaşma farklılaşmış, yeni bir çalışanlar işçi sınıfı doğmuştur. Yine sanayileşmeye paralel olarak gelişen yol, otoyol, elektrik, trafik, sağlık ve sosyal hizmetler siyasal otoriteyi daha büyük roller üstlenmeye itmiştir. Bunun sonucunda da modern ulus devletler kurulmuş modernite kendi kurumlarını oluşturmuştur.
Seminer programı sorulan soruların cevaplanmasıyla son buldu.