''İslamcılığın Kökleri ve Özeleştiri''
Akhisar Özgür-Der temsilciliğinde düzenlenen seminer programında konuk Haksöz Dergisi yazarlarından Hamza Türkmen oldu.
''İslamcılığın Kökleri ve Özeleştiri '' başlıklı konuyu anlatan Hamza Türkmen konu hakkında özetle şunları anlattı:
İslamcılık, tartışmalı bir kavramdır. Kemalist akademisyenler, milli dindarlar ve maalesef ki onların etkisinde kalan bazı Müslümanlar, İslamcılığı 150 yıllık bir tarihle tanımlıyorlar. Onu Batı'ya bir tepki hareketine, dolayısıyla modernleşmenin etkisinde kalan bir harekete indirgiyorlar. Bence bu zaaflı bir yaklaşım. Bizim köklerimiz, ıslah ve kıyam hareketlerinde tarihî derinliğini bulur. Bu açıdan İslamcılık, kimliğin vahiyle inşası ve Kur'ân'la billurlaşması; akidevi, kültürel ve yaşantı itibarıyla vahyi esas alan bir hayat sürme ve İslam'ı hâkim kılma; küresel veya yerel despotizme, zulme, haksızlığa, şirke ve cahilliğe karşı "Lâ" deme gayretidir. Sosyolojik bir tanımlama olarak hayatı İslamî değerlerle okuma ve dönüştürme çabasıdır denebilir. Ama bu tanımı speküle etmeye, daraltmaya çalışanlar var hem dışarıda hem de içeride. Mesela Cemaleddin Afgani'nin 19. yüzyılda İslam dünyasında İttihad-ı İslam fikrini gündeme getirip sömürgeciliğe karşı Müslümanları hem Kur'ân ve Sünnet'le yeniden diriltme hem istibdattan arındırma çabaları, Oryantalistler tarafından Panislamizm olarak değerlendirildi ve itham edildi. İçeride de İttihad ve Terakki darbecileri kendi iktidarlarını sürdürebilmek için İslam'dan bir tarz-ı siyaset olarak yararlanmak istediler ki bunun teorik açılımını Yusuf Akçura Üç Tarz-ı Siyaset ile yaptı. Oradaki İslamcılık, İslam'ı hâkim kılmak için değil, dünyevi çıkarlar adına İslamî duygulardan yararlanmak için, daha doğrusu verili bir siyaset çerçevesinde kullanılmıştır.
20. yüzyılda İslam dünyası çözülme, dağılma sürecini yaşıyordu. I. Dünya Savaşı sonrasında İslam coğrafyası tamamen işgal edilmişti. Okuma-yazma oranı çok düşüktü. En önemli okullar olan Batılı kolejlerde iki dünya görüşü sunuluyordu: liberalizm ve sosyalizm. İslam ise Hinduizm gibi sadece bir inanç sistemi sayılıyordu. Bir nevi kuşatılma söz konusuydu. Buna ıslah hareketlerinden etkilenen Reşid Rıza, Mevdudi gibi şahsiyetler tepki gösterdiler. "Hayır, İslam da bir dünya görüşüdür; devleti, ekonomisi, nizamı vardır" dediler. II. Dünya Savaşı yıllarında İslam ekonomisi, İslam devleti, İslam nizamı, İslam anayasası ile ilgili kitaplar yazılmaya başlandı.
İhvan-ı Müslimin, Cemaat-i İslamî, Hizbu't-Tahrir, Ulema Hareketi gibi ıslah hareketleri, Afgani'nin 19. yüzyıldaki Urvetu'l-Vuska hareketinin bir nevi 20. yüzyıldaki açılımlarıydı. İslam dünyasında Kur'ân eksenli bir ıslah hareketini yaygınlaştırmaya çalışan ve hem Şii hem de Sünni dünyayı etkileyen Afgani'nin beş ilkeden oluşan programı çok üst bir programdı: Kur'ân ve Sünnet'e dönmek, dini bidat ve hurafelerden arındırmak, içtihat kapısını yeniden açmak, yerli istibdadı tasfiye etmek, sömürgeleşmeye ve sömürgecilere karşı çıkmak. 20. yüzyıldaki İslamî hareketler de aynı programa tabi oldular. Ama bu, çok genel bir programdı; özele indirgendiğinde stratejik öncelikler tartışıldı, bazı yanlışlar da yapıldı.
20. yüzyılda iki mağlubiyet yaşadık, bunu görmek lazım. Birincisi, ümmet bilincini kaybetmemiz nedeniyle düştüğümüz tarihsel mağlubiyet ki buna bağlı olarak modernizm ve post-modernizm bugün hayatımızı kuşatıyor. İkincisi, İslamî bilinçlenme veya tevhidî uyanış sürecinin yeniliğini ve metodik-düşünsel yetersizliğini görmeden, iktidar hedefine yönelmenin neticesinde yaşanan düş kırıklığı, aceleciliğin faturası. Öte yandan İslamî hareketlerin İslam dünyasındaki tesir gücü, çoğunluğu etkilemeye henüz yetmiyordu. Ama nitelikli oldukları için sesleri çok yüksek geliyor, beklenti de büyük oluyordu.
Dindarlık tüm insanlar ve toplumlar için içgüdüsel, fıtri bir gerçek. Osmanlı dindarlığı da İslam'a aitti; ama kitabî olarak derinleşemediği için zafiyetleri vardı. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken bize eklektik bir İslam kaldı. Fakat Cumhuriyet çok ters bir kimlik üzerine kuruldu: Mustafa Kemal'in ifadesiyle, ümmetten bir millet yaratıldı; yani İslamî kimliğe karşı ulusal-laik bir Türk kimliği oluşturuldu. Yeni dayatılan kimlik Müslümanlar için hayati bir sorundu. Nitekim her sancılı dönemde bu yara patlıyor.
Türkiye halkının büyük bir ekseriyeti, zaaflı da olsa kendini İslam'a ait hissediyordu. Fakat bu dindarlık, gerek birikim gerekse imkanları itibarıyla 19. ve 20. yüzyıl modernizminin kuşatmasına cevap verecek bir dinginlik taşımıyordu. 1970'li yıllarda İslamî duyarlılığı en yüksek olan cemaatler Nakşîler, Nurcular, Süleymancılar, Kadirîler ve onların fraksiyonlarıydı. Ama bunların her birinin kimliği mezhepçilikle, batıni anlamda tasavvuf telakkisiyle ve Kemalist sistemin onlara telkin ettiği sağcılık, devletçilik ve milliyetçilik kirleriyle maluldü.
1960'larda çok sınırlı olarak başlayan ve 1970'lerin ortalarından itibaren belirginleşen ince ama müstakar bir uyanış hamlesi söz konusuydu. Kimliğini yeniden fıtratla buluşturma ve Kur'ân'la billurlaştırma açılımlarına, tevhidî değerleri kavrama çabalarına "İslamî bilinçlenme" veya "tevhidî uyanış" süreci diyoruz. Buna en büyük tepkiyi verenler, Batı sisteminin kültürel uzantısı Kemalist statü ve onun yanında maalesef ki gelenekçi ve milli dindar kesimler oldu.
Tevhidî uyanışın kaygısı, zaten tasavvufi ve gelenekçi cemaatler ile milli dindarları tasfiye etmek değil; ıslah ve ihya etmek, yani ana-babamızı "Kur'ân'la iman edelim" noktasına çekebilmekti. Bu evrensel bir sorumluluktur.
70'li yılların ortalarından itibaren temayüz etmeye başlayan tevhidî uyanış sürecinden önce İslamî duyarlılığı besleyen, tarihsel ve geleneksel şartlara bağlı bir İslamcılık vardı; buna "Türkiye İslamcılığı" diyebiliriz. Her iki çizgi de dayatılan Batıcı-ulusal-laik kimliğin zulmünden etkilendi ve birlikte acı çektiler. Ama çözüm açısından, Türkiye İslamcılığı eklektik kimliği nedeniyle mevcut sisteme eklemlenmeye, sistemin içinde yer almaya çalışırken; tevhidî İslamcılık sistemden bağımsız kimliğini oluşturmaya ve toplumu dönüştürmeye yöneldi. Fakat her iki akımın da en önemli yanlışı, demokratik veya ihtilalci yolla kısa dönemde iktidarı hedefleyen çabalarıydı.
Oysa Kur'ân'a yönelmiş ve tevhidî ilkeleri kavramış insanlar, kimlik inşasını öncelemeliydiler; istişari bir model üretmeliydiler; birlikte iş yapabilme kabiliyetini göstermeliydiler; vahyî mesajı ve ölçüleri, içinde yaşadıkları topluma, en başta cami cemaatine gereğince sunabilmek için ciddi bir tebliğ odağı olabilmeliydiler; siret-i Rasul'un örnekliğini güncelleyerek sistem içi mücadelede hangi araçları, hangi ilkelerle kullanmaları gerektiğini çözebilmeliydiler ve bu konuda tebliğlerini ve tezlerini, modern çağın şartlarında cevap olacak şekilde üretebilmeliydiler. Yani hem düşünsel hem usuli hem de dayanışma itibarıyla ciddi ve sağlıklı bir zemin oluşturmalı; sonraki safhada ise toplumu gereğince vahiyle uyarmalı ve kitleselleşmeliydiler. Ama acemilikleri ve yetersizlikleri dolayısıyla yanlışlar yaptılar. Kuşatamayacakları ve yeterli donanıma sahip olamayacakları bir hedef peşinde koşmanın düş kırıklığını yaşadılar. Bugün hâlâ o düş kırıklıklarını yaşayan ama bunun açıkça özeleştirisini yapamayan yaygın bir moral bozukluğu söz konusu.
Kur'ân-ı Kerim'de Allah Teala peygamberlere ve onların ümmetlerine somut olarak devlet olmayı önermiyor. Buna dair tek bir ayet gösteremezsiniz. Ama iyiliği emredip kötülükten nehyedecek, vahyin hakikatinin şahidi olan, şüheda olan bir ümmet olmamızı istiyor. Eğer Kur'ân'ın aydınlattığı inananlar topluluğuysanız, zaten sizin örgütlenme şekliniz yönetim biçiminiz olur; hayat tarzınız ve kültürünüz bir medeniyet üretebilir.
Bugün gelinen noktada Türkiye'de araştırmasını, tahkik etmesini bilen insanlar için İslam'ı algılama düzeyi eskiye nispetle son derece ileri bir imkan sunuyor. Ama 60'lı yıllarda İslam dünyasından gelen ve İslam'ı bir bütün, bir dünya görüşü olarak sunan her kitabı okumaya, yutmaya muhtaçtık. Fiilî rehberimiz, modelimiz, okulumuz, tecrübemiz, hiçbir şeyimiz yoktu çünkü. O zamanki üniversiteli gençler ve tahkik ehli el yordamıyla, adeta toprağı tırnaklarıyla kazıyarak birtakım doğrulara ulaşıyorlardı. Yeni yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi düşüp kalkmaları normaldi. Yanlış yaptık diye infiale kapılmaya gerek yok. Önemli olan, yürüme istikametini devam ettirebilmek, yürüdükçe olgunlaşmak ve arınabilmektir.
Namaz kılma eylemini bırakmadığımız gibi, zulme, haksızlığa, baskılara karşı tavır alma tanıklığımızı da terk edemeyiz. Altı-yedi asırdan bu yana kaybettiğimiz diriliği, hemen beş-on sene içinde tesis etmemiz mümkün görünmüyor. Ama kimlik inşası, şahitlik ve tebliğ için hangi safhada olduğumuzu belirlemek İslam'ı yaşama kaygımız açısından temel bir sorumluluktur. İslam'ı yaşamada kendi safhamızın gereklerini yapmak bizim ihtiyarımızdadır ve biz bundan sorumluyuz. Muslihun olanlar bunu yapar. Kendi safhamızın gereklerini yapmak gerçek inkılapçılık, devrimciliktir. Mevcut şartlarda İslam'ı talep eden insanlarla sağlıklı Kur'ân temelli bir diyalog, İslamî bir kimlik ve mücadele hattı oluşturabilir miyiz? Bu sorumluluk gereği dareyni yani hem dünyayı hem ahireti kazanacak çabalarımız kulluk görevimizdir...