Akhisar’da “Sünnet-Hadis Ayrımı” Semineri
Akhisar Özgür-der temsilciliğinde düzenlenen seminer programlarının konuğu Haksöz Dergisi yazarlarından Hamza Türkmen oldu. Türkmen ''Sünnet-Hadis ayırımı ve hadislerin değeri meselesi'' başlıklı seminer programında özetle şunları anlattı:
Bize hidayet kitabı olarak gönderilen Kur'an'ın ilk muhatabı, taşıyıcısı ve onun mesajının ilk şahidi Hz. Muhammed'dir. Allahu Teala için, elçisinde güzel bir örnek olduğunu vurgulamaktadır. Rabbimiz insanlara hakikatin şahitliğini yapmakla görevlendirdiği islam ümmetine de, örneklik yapmak üzere elçisinin şahitlik yaptığını bildirmektedir. Kur'an'da hüküm verme konusunda Allah'a ve Rasulullah'a karşı gelinmemesi ve onlara itaat edilmesi, ihtilaf edilen konularda Allah'a ve Rasul'e başvurulması gereği vurgulanmaktadır, iman edenler Allah'ın Rasulünün huzurunda öne geçmemeli, birbirlerini çağırdıkları gibi ona seslenmemeli, ona destek verip tam bir samimiyetle ona teslim olmalıdırlar . Ama bütün bunlarla birlikte Rasulün bir beşer olduğu unutulmamalıdır. Ancak Kur'ani bütünlük içinde baktığımızda onun diğer beşeri şahsiyetlerden daha öncelikli bir sorumluluk taşıdığını da görürüz. Hz. Muhammed'in kendisine vahyedileni insanlara aktarma görevi yanında, Kur'an'ın mesajını sosyalleştirme konusunda da diğer insanlar üzerinde itaat edilmesi gerekli bir önceliği ve örnekliği mevcuttur.
Sünnet" terimi vakıa olarak Rasulullah'ın ortaya koyduğu pratiği ifade ederken, hadis terimi ancak bu vakıanın algılanması konusunda bir araç olgusuna işaret etmektedir. Lügat olarak hadis, bir vakıanın haberini, sözünü, eserini ifade ederken; sünnet kelimesi o vakıanın kendisini ifade etmektedir, işte gerek lügat ve gerek terim olarak farklı anlamlara gelen sünnet ve hadis kavramlarını aynı anlamda kullanma yanlışı, sünnetin sübutu konusunda muhtevayı dahi etkileyen temel ihtilaf nedenlerinden birisini oluşturmaktadır.
Örnekleyecek olursak: Hz. Muhammed'in kendisine vahy edilen bir hükmü tebliğ ettikten sonra, o hükmün gereklerine göre yaşaması veya o hükmün uygulanması konusunda sözlü ve fiili örneklik göstermesi, o hükmün arkadaşları tarafından algılama biçimini tasdik etmesi, O'nun sünnetidir. Bu hal, bizatihi kendi ortamı içinde Hz. Muhammed'in yaşadığı bir vakıadır. Yani sünnet ortaya konmuş bir vakıaya tekabül etmektedir. Hadis ise, o vakıanın bize aktarımıdır. Örneğin vakıaya tanık olan bir sahabenin o vakıayı algılayabildiği, kendi ortamı içinde kavrayabildiği ve kendi hafızasında tutabildiği kadarıyla sonraki kişi ve kuşaklara sözlü olarak rivayet etmesi, bu rivayeti duyanların da gene kendi zabt güçleri oranında diğer kişi ve kuşaklara aktarması olayıdır. Diyelim ki, Rasulullah'ın mescitte verdiği vaaz vakıadır ve onun sünnetidir. O vaazı dinleyen sahabenin, o vaazdan anladığını ve aklında kalanı aktarması olayı ise hadisdir. Ancak bu aktarım, vakıanın aynen rivayeti değil; bu rivayeti aktaran kişinin kendi kapasitesi oranında içinde vakıaya ait bilgileri aktarımı olayıdır. Hadis usulü açısından ise, ahad hadistir. Zaten hadislerin çok azı istisna büyük çoğunluğu ahad hadistir. Ahad hadisler ise, en genelde vakıa konusunda tam bir ittifak ve nakil bütünlüğü taşımazlar ve zan içerirler. Bu zan hadisin sünnetin aktarımı konusunda taşıdığı doğru bilgileri zedelemez. Ama sünnetin vakıa olarak net ve bütün olarak aktarımı konusunda yetersizliğini ifade eder.
O zaman sübutu kafi olan sünnet ile irtibatımız konusunda başka yol var mı tarzında bir soru sorulabilir. Evet. Hz. Muhammed'in sünnetini, yani vakıayı gören insanlar o vakıayı hiç bir ihtilafa ve çelişkiye düşmeden, kendilerinden sonraki kuşağa ve onların da aynı vakıayı müteselsil bir şekilde ve aynı tutarlıkla bizlere aktardıkları mütevatir haber sünneti yansıtır. Ancak mütevatir haberin vakıayı tam olarak aktarabilmesi için manaca rivayetten daha güçlü olması gerekir. Ama sayıları hakkında ittifak edilmemiş olmakla beraber genel kabul gören mütevatir haberlerin büyük bir çoğunluğu manaca mütevatir olup, sübut yönünden vakıayı lafız veya olgu olarak motamot yansıtmamakla birlikte, vakıaya yakınlık açısından büyük bir doğruluk taşır. Lakin mütevatir bir haberin manaca aktarımındaki zayıflıklar, namazın rekatları ve haccın menasıkı gibi vakıanın hepimizi ilzam eden bilgisi, ameli mütevatir bir tatbikatla motomot aktarıldığında, yani ameli sünnet olarak taşındığında tamamen giderilir ve sünnetle irtibatımız konusunda bir kesinlik sağlanmış olur.
Amelen mütevatir sünnet, bizim için sünnetin sübut şartıdır. Ve bu yolla sünnet vakıası bize kadar taşınmış olur. Mütevatir aktarım dışında ise sübut bulan sünnet ile irtibatımlz ancak içtihadi çabalar ile yakalanmaya çalışılabilir. Bu hususta hadis, siyer, ilk dönem eserleri gibi yardımcı kaynaklardan yararlanılabilir. Ancak sünnetin mütevatir yolla aktarımı dışında Rasulullah'ın Kur'an'ı anlama ve uygulama biçiminin kavranması konusundaki çabalar, kesin verilere dayanmadığı için zannilik taşır. Bu çabalarla varılan hüküm, sünnet değil; sadece Hz. Muhammed'in sünnetinin ne olduğuna dair bir içtihattır.
Ancak Rasulullah'ın sünneti Kur'an'a raci ise, her iki halde, gerek mütevatir sünnetin ve gerek sünneti anlamaya yönelik kabulümüzün Kur'an'daki bir nassa aykırı olmaması ve hüküm içerenlerinin aslı amm, mücmel veya mefhum olarak Kur'an'da bulunması gerekir.
Örnek verecek olursak: Kur'an'da geçen "salatın nasıl ikame edileceğinin ana rükunlarının seyrini, rekatlarını ve vakitlerini Rasulullah'ın sünnetinden, yani ameli mütevatir sünnetten öğrenirken, namazın diğer erkanı ile ilgili tavırlarımızı Rasulullah'ın sünnetini yakalama cehdi neticesinde ulaşılan içtihatlarla oluşturmaktayız. Tabii ki bu içtihatları yönlendiren büyük ölçüde hadisler ve taşınan haberler olmuştur. Namazın rekatları, kılınış seyri ve vakitleri bizim için sünnetin kesin bir uygulamasını ifade etmektedir. Yani Rasulullah'ın uygulaması bu konuda, "salat" hükmüne muhatap olan bütün müslümanlara vakıa olarak çelişkisiz bir biçimde ulaşmıştır; ve bu konuda Rasul (s)'e itaat edilmelidir.
Ancak namazın diğer erkanları, ahad haber ve içtihatlarla düzenlendiği için farklılaşan zanlar oranında uygulamada da bazı farklılıklar oluşmaktadır. Bununla namazın diğer erkanlarını belirleme konusundaki ahad haberler ve içtihatlarla yapılan düzenlemelerde de niyet olarak Rasulullah'ın sünnetine ulaşılmaya çalışılmıştır. Lafzi veya ameli mütevatir sünnetle tanışmamız, Hz. Muhammed'in sünnetinin vakıa olarak bize ulaşması anlamını taşır. Bu vakıa kesinlik ifade eder; bağlayıcıdır. Vahyi bir hükmün tahsisi gibi hepimizi ilgilendiren bir konuda mütevatir sünnet söz konusu değilse, ahad haberler ve diğer verilerle Hz. Muhammed'in sünnetine ulaşılmaya ve kavranılmaya çalışılmaktadır ki; bu da zan taşıyan içtihadi bir eylemdir. Birinci halde, vakıanın bilinmesinde farklılık yokken; ikinci halde farklılıklar olabilir.
Dikkat edilecek olursa Hz. Muhammed'in sünnetinin sübut bakımından tesbiti konusunda yapılan tartışmalar ve yaşanan farklılıklar Rasulullah'ın uygulamalarından aktarılan kafi haberler ile zanni haberlerin ayrıştırılmamasından kaynaklanmaktadır. Kafi haber, Rasulullah'ın sünnetini bize lafzi ve ameli bir uygulanışla çelişkisiz ve mütevatir olarak aktarmaktadır; yani sünnet vakıasını bize ulaştırmaktadır. Hadisler ise, sahihlikleri oranında sadece sünnet vakıasından bizlere bazı bilgiler aktarmakta ama gerek bilgi ve gerek kat'ilik konusunda Hz. Muhammed'in sünnetini tam olarak kuşatamamaktadırlar. Dikkat edilecek diğer önemli bir husus ise; sünnetin vakıa iken, hadisin bu vakıadan bir rivayet olduğu veya bazı kere de vakıa ile çelişen içerikte bir haber olabildiğidir.
Sünnet hakkında önem ifade eden bir diğer konu da içerikle alakalıdır. Bunlar Rasulullah'ın yetkilerinin niteliği ve alanı, söz ve davranışlarının kaynağı, onun sünnetine itaat etme keyfiyeti gibi konulardır. Bu konular aynı zamanda, Hz. Muhammed'in konumunu aydınlatan temel yaklaşımları ifade etmektedir.
Dinimizi Kur'an belirlemektedir. Ancak Kur'ani bir ahlakın ve mücadele tarzının oluşturulmasında ve Kur'an'ın bildirdiği bazı hükümlerin uygulanmasında Hz. Muhammed'in örnekliği bizi yakinen ilgilendirmektedir. Kur'an'ın nasslarını yorumlarken de Hz. Muhammed'in sünneti bizim için en temel önceliği oluşturmaktadır. O halde, dinimizin uygulama biçimini öğrenmek için başvurduğumuz sünnetin içeriği hususunda sahip olmamız gereken kanaat, hepimizi ilzam eden bir gereklilik ise, zanni değil kafi delillere dayanmalıdır. Zaten Allahu Teala, örnek alınmasını ve itaat edilmesini istediği rasulünün konumunu, Kur'an-ı Kerim'de yüzlerce ayetle yeterince açıklamıştır. Rasulullah (s)'in insan olarak vahiy öncesi ve vahiy sonrası durumu, bilgi kaynağı, görevi, kendisine yapılan gaybi yardımlar, ayrıcalıklı özel halleri, itaat edilmesi ve hüküm vermesi konusundaki yetki ve sınırları, kendisine yöneltilen uyarı ve ikazlar gibi konularda tasnif edebileceğimiz birçok ayet, yeterli düzeyde Hz. Muhammed'in konumunu ve sünnetinin değerini aydınlatmakta ve anlamamıza yardımcı olmaktadır. Ancak anlaşılamayan tutum, sünnetin konumunu Kur'an'ın sübut ve delalet açısından kat'ilik taşıyan söz konusu ayetleri ile değerlendirmeyi yeterli bulmayıp, kat'ilik taşımayan bazı ahad haberlerle, gelenek içinde oluşmuş ön kabullerle, hatta keşf gibi tamamen sübjektif ölçülerle birlikte değerlendirilmeye çalışılmasıdır. Oysa değerlendirilmeye çalışılan herhangi bir olay değil, dinimizin anlaşılmasında temel bir ölçü olayıdır. Temel ölçüler zan ve vehimlerden kalkılarak değil; muhkem, açık ve kesin delillerden kalkılarak kavranılabilir. Bu alanda yapılan yanlış, sünnetin sübutu konusunda olduğu gibi, sünnet ile hadisi aynı değerde görmek yanlışından da kaynaklanmaktadır.
Şu unutulmamalıdır ki, vakıa olarak Kur'an'ı belirleyen sünnet veya hadis veyahut icma ve kıyas değildir. Bizatihi belirleyici konumda olan, sünneti belirleyen ve yönlendiren Kur'an'dır. Din ile ilgili bütün belirlemelerin kaynağı, Rabbimizin Hz. Muhammed'e vahyettiği ve günümüze mütevatir bir yolla gelen korunmuş olan Kur'an-ı Kerim'dir. Sünnet dahil hiç bir rivayet ve hüküm, Kur'an nasslarının üstünde yeni bir ilke ve yeni bir görüş getiremez. O halde sünnet konusunun içeriğini belirlerken öncelikle başvuracağımız ve hükümleriyle kayıtlı kalacağımız asıl kaynak kitabımız olan Kur'an'dır.